Cesaretimizden Korkuyoruz

 

Korkuyoruz.
Biber gazınızdan, copunuzdan, merminizden değil.
Gözaltınızdan, fişlemenizden, şişlemenizden değil.
Aç kalmaktan, işsiz kalmaktan, ötekileştirmenizden değil.
İçtiğimize, giydiğimize karışmanızdan, inancımıza karışmanızdan değil.
Biz sadece size benzemekten korkuyoruz.
Sizinle mücadele ederken, size benzemekten korkuyoruz.
Elimiz taşa gidiyor… atmıyoruz. Dilimiz küfre gidiyor… etmiyoruz.
Ateşimiz var… yakmıyoruz, gücümüz var… yıkmıyoruz.
Çocuklarımıza hesabını veremeyeceğimiz şeyler yapmaktan korkuyoruz.
Sokakta yatırdığınız polislerin, üşütmesinden korkuyoruz.
Bir annenin daha çocuğunu kaybetmesinden korkuyoruz.
Slogan atarken bile yanımızdaki dostumuzun sesini bastırmaktan korkuyoruz.
Kağıda “Siz” yazarken ülkeyi bölmekten korkuyoruz.
“Siz” “Biz” diye ayrılmaktan korkuyoruz.
Tüm bu korkularımıza rağmen bizi meydanlara döken cesaretimizden korkuyoruz.

Cesaretimizin sizi de korkuttuğunu biliyoruz.
Korkmayın.
Çünkü biz, size asla benzemeyeceğiz, söz veriyoruz.


Kadınlara Anlatılan Eski Masallar

Kadına yönelik şiddetin artış nedenlerini araştırmamız istendi iki hafta önce gittiğim senaryo atölyesinde. Seçilmiş kelimelere döküp, entelektüel bilgi birikimi ve istatistiklerle anlatacağım bir yazı hazırlamalıyım diye düşünüp sıkıldım. Bu konuyu makale gibi yazmak istemedim. Bu yüzden bir masallı öykü ile anlatmaya karar verdim. Sonunda ise gördüğümde ve siz de incelediğiniz de korkacağınız bir tablo var. İnsan Hakları Derneği’nin istatistikleri…

Bir zamanlar bir ülke varmış. Bu ülkede kız çocuklara anlatılan bir masal varmış ders alsınlar ve akıllı, uslu olsunlar diye. Bu masalda, vücutlarından ilk kan geldiğinde kız çocukların ruhunu ele geçirmeye çalışan kötü bir ruh olduğu anlatılırmış. Her yerde başka ismi varmış bu kötülüğün, herkes başka bir isim takmış.

Bir kez ele geçirirse ruhunu bu kötülük, herkes bilirmiş içine kaçan şeytanı, kimse istemezmiş artık o kadını çünkü en kötü günahlar, suçlar ve intikam için bedenini alet edermiş kadının, kullanırmış bu ifrit kendi çocukları doğsun diye. Kızlarını korumak için anneler, babalar evde bir kız olduğu anlaşılmasın diye saklarlarmış kızlarını türlü şekillerde. Saklanmak istemezse, karşı çıkarsa kızları, korumak için türlü çarelere başvururlarmış. Evlatlarına sahip çıkıp, korurlarmış bir zarar vermesin diye ifrit.

Efsanelerle anlatılırmış bu kötülüğün neler yaptığı. Rivayete göre ilk kadını ele geçirdiğinde kadının aklını çelip başkaldırtarak cennetten kovdurtmuş kadını ve kocasını. Bunun gibi kötü ruha teslim olanların içler acısı halleri kulaktan kulağa anlatılırmış türlü hikayelerle.

Babalar, kardeşler, kocalar ve kendini ifritten korumayı başarabilmiş kadınlar, korumuşlar hep kızlarını, kardeşlerini, eşlerini bu kötücül ruhtan. Erkeklere dokunamazmış çünkü onlar kadın gibi değillermiş. Erkekler güçlüymüş, akıllıymış, kadın kadar narin, kırılgan olmadıkları, duygularına kapılmadıkları için, her şeyi ya doğal kuvvetleri ya da akılları ile çözdükleri için, sahip çıkmışlar kadınlara. Bazen bir baba, bir kardeş ya da bir koca fark ederse mesuliyetleri altındaki bir kadını kötü ruhun ele geçirdiğini, ondan kurtulmak için her yolu denerlermiş. Duygusallığa kapılıp yumuşak davranamazlarmış yoksa ebediyen ifrite kaptırırlarmış sahip çıktıkları kadını. Hiç çare kalmadıysa kadını düştüğü içler acısı durumdan kurtarmak için öldürürlermiş bazen hiç istemeden. Eğer yapmazlarsa sahip çıkamadıkları için kendileri de suçlanacakmış, bilirlermiş. Kaybetmekten, güçsüzlükle suçlanmaktan korkarlarmış.

Günlerden bir gün, masal bu ya, kızlar bıkmışlar bu diyarda ya ifrit beni de ele geçirirse diye korkuyla uyumaktan, gizlenmekten.

“Bizi korumak için ifritten daha çok zarar veriyorsunuz bize” demişler. “Biz”, demişler, “ifritten zarar görmüyorsak sizden görüyoruz. Bırakın artık bizi!” demişler, isyan çıkartmışlar evlerinde küçük küçük.

İsyanlar büyümüş, anneler, babalar, kardeşler, kocalar bilememişler ne yapacaklarını.

“Bu”, demişler, “ifritin işi, sizin aklınızı çelen bu! Bırakın biz sizi koruruz her türlü kötülükten, sakın siz denemeyin, siz yenik düşersiniz bu kötülüğe.”

Söz dinlemeyenleri eve hapsetmişler, kimisini evlendirmişler, kimisi evi terk etmek istemiş, izin vermemişler, ısrar ederlerse ifriti içlerinden çıkartana kadar dövmüşler, yapacak bir şeyleri kalmamışsa öldürmüşler. Artık kadınlar ifritten değil, kendi sevdiklerinden korkar olmuşlar.

Masalın sonunda ifrit çok kızmış. Daha çok saldırmış, daha çok kadını ele geçirmiş. O saldırdıkça erkekler daha çok kadın öldürmüş. Diyarın ileri gelenleri, hükümdarı bile dur diyememiş ölümlere çünkü onlar da biliyormuş, haklıymış öldüren adamların nedenleri.. Kadınlar öldükçe, bazıları daha çok saklanmış korunmak için, daha çok susmuş, bazıları kaçmış, bazıları erkek gibi davranmaya başlamış hem ifritten korunayım hem de erkeklerden korunayım diye, bazıları ise savaşmış ve saklamamış kadın olduğunu.. Kimse mutlu olamamış masalın sonunda, kimsenin başına elmalar da düşmemiş…

İnsan Hakları Derneği’nin istatistiki verilerine göre: 

  • 2005 ve 2011 yılı arasında toplam 4190 kadın, erkekler tarafından öldürüldü.
  • 2005-2011 ilk 8 ayı içerisinde yargıya intikal eden 3074 kadın tecavüze uğramıştır. Tecavüz edenler; kamuda görevli, polis, asker, öğretmen ve sivil kişilerdir.
  • 2005-2011 yılları arasında,  3320 kadın tacize uğradığı gerekçesiyle yargıya başvurmuştur. Ancak genel kamuoyu araştırmasına göre, 2005-2011 yılları arasında, 110 binin üzerinde kadının cinsel saldırıya maruz kaldığı tahmin ediliyor.  Fakat mağdur kadınların % 40’ının aile, akraba, sevgili ve törelerden korktukları için şikâyetçi olmadıkları öngörülüyor.
  • 2011 yılı ilk 8 ayı içerisinde, 143 kadın öldürülmüş, 76 kadın cana kasteden saldırı sırasında yaralanmış ve bunun dışında mahkemelere intikal eden 82 tecavüz vakası meydana gelmiştir.
  • Kadın cinayetlerinin nedenleri arasında ilk sıralarda “namus davası”, “yoksulluk”, “işsizlik”, “aldatma”, “evi terk etme”, “boşanma”, “cinsel ilişkiye girmek istememe”  yer almaktadır.

http://bianet.org/files/doc_files/000/000/320/original/kad%C4%B1n_cinayetleri_raporu_pdf.pdf

Tarım devrimi sonunda mülkiyet ile tanışan toplumlar, mülkiyetlerin korunması için erkeğin baskın rolü ile kadın ve erkek arasındaki iş bölümünde kırılma yaşıyor ve kadının yeri evi olmaya başlıyor. Avcı dönemdeki doğal iş bölümü, erkeğin baskın olması ile eşitsiz şekilde ve dayatma olarak kadının karşısına çıkıyor. Bunun doğurduğu sonuçlar sorunu daha da derinleştiriyor. Zamanla dini, toplumsal ve siyasi alanlarda sürekli eril gücün esas norm olarak kabul edilişi ve dişil özelliklerin bu normlara kıyasla zayıf gösterildiği bir dünyanın temelleri her alanda sürekli sağlamlaştırılıyor. Kadının, erkek tarafından sahip çıkılması gereken zayıf figür hali bilinçlere sistematik olarak o kadar uzun süredir işleniyor ki, bugün gelinen gelişmişlik düzeyinde dahi, bu figür gelişmişinden, az gelişmişine kadar bir çok toplumda, erkeğin gözünde hala sabit. Ancak kadın için aynı durum geçerli değil. Kadın artık kendisi için kararların verildiği, kimliğinin, cinsiyetinin zayıf kabul edildiği, ayrımcı yaşamı kabul etmiyor. Bunun yarattığı değişim belki en başlarda yeterince tehlikeli görülmedi çünkü katılım bugünkü kadar değildi. Kadının, kadına kendini anlatması, çalışma hayatına girip ekonomik olarak güç bularak alternatiflerini fark etmesi de belli bir süre aldı.

Artan cinayetler ve şiddet, erkeğe verilen en doğal kadın sahipliği hakkının artık olmadığının daha rahat ve daha çok söylenmesi karşısındaki öfkenin sonuçları. Değişen dünyada kadın kendi kimliğini hatırlayıp, savundukça, bu kadar yerleşmiş bir anlayışın tepkileri de yumuşak olmuyor ve bize kendini yukarda bahsettiğim artışlarla gösteriyor. Maalesef, şiddetin gerek toplum olarak normalleştirilmesi ve devlet tarafından meşrulaştırılıp, hafifletici nedenlerle cezaların caydırıcı olmaması da dönüşümün sancısını daha uzun süre çekeceğimizi gösteriyor.

İfritin adını 3. sayfa haberlerinde hep farklı görüyoruz da, o ifritin hiç var olmadığını da bir gün anlamak ümidiyle..

Diğer Kaynaklar:

http://www.huksam.hacettepe.edu.tr/Turkce/SayfaDosya/kadina_yon_siddet.pdf

http://toplumsalozgurluk.com/index.php?option=com_content&task=view&id=571&Itemid=72

http://www.t24.com.tr/haberdetay/165599.aspx

http://aysegultercan.blogcu.com/hiyerarsik-yapilarin-kadin-duyarligi-uzerindeki-tahakkumu/1618219

http://www.cafrande.org/?p=34219

http://www.sosyalarastirmalar.com/cilt2/sayi8pdf/okten_sevket.pdf

http://akademik.mu.edu.tr/data/06020000/resim/file/15-7%20kamuran%20g%C3%83%C2%B6delek.pdf

http://www.birgun.net/report_index.php?news_code=1268137718&year=2010&month=03&day=09


Dondurmacı Yaşar Usta – Bostancı

Daha önceden adını duyan, dondurması tadan var mı? Adını duymakla kaldıysanız hemen gidin, yiyin. Ama tadına vardıysanız gidin bir daha yiyin. Lafımın hiç mi önemi yok sizin için. Benim için yemeyin. Ben dedim diye bahane edin, sıcaklardan dem vurun yiyin.

Bu Yaşar Usta efsanesi geçen hafta şirketimizde daha doğrusu departmanımızda yayılmaya ve etkisini göstermeye başladı. 95 senesinde iflas ediyor ustamız ancak dükkanının karşısındaki fırıncı abi “gel ben senden yer kirası istemem, burada satışına devam et” diyor ve abiliğin kralını yapıp dondurmanın kaymağını yiyor.

Yaşar ustamızın en büyük özelliği günlük dondurma çıkartması ve nasıl bir tekniğe sahip ise Vedat Milor’un bile NTV’deki programında “İtalya’da bile böylesini görmedim, yemedim” demesidir. Meyve tadını ve parçacıklarını, meyvenin kendisinden bile bu kadar net bir şekilde alamazsınız diyebileek kadar ileri giderim. Çeşit olarak dedim ya her gün farklı bir dondurma çıkartabiliyor.

Bu hafta başında aldığımız bir karar ile her öğlen yemeği sonrası ofisten çıkıp Ustamızın yanında soluğu alıyoruz. Adam başı kaçar top yeniyor hesabını yapmıyoruz çünkü lezzeti adamın başını döndiriyor. Bu arada dondurmada olay! Topu topu 1TL. Yemeyeni döverler! Ben de bir iki tokat atarım valla.

Çeşitler: Bitter, Tahin, Kaymak (İnek), Tarçın, Nane, Karamel, Kestane, İncir, Erik, Kavun, Kayısı, Şeftali, Portakal, Limon, Yaban Mersini, Böğürtlen, Çilek, Beyaz Dut, Kara Dut, Kirazlı, Karpuzlu, Muzlu

Hatta patlıcanlı, bal kabaklı, peppinolu ve sebzeli başka çeşitler de ürettiği söyleniyor.

Sadece yazın açık burası.

Nerde mi?

Buyurun sosyal paylaşım adresi: http://www.facebook.com/home.php#!/group.php?gid=17725627154

Buyurun açık adresi: Bostancı Ali Nihat Tarlan Caddesi No: 34 / 2  Bostancı – İstanbul Tel: 0216 575 28 20

Buyurun kolay tarifi: Bostancı’da, Minübüs Caddesi’de (Lunaparka gelmeden evvel) Shell benzincisinin karşısındaki sokakta, Biberoğlu Fırını’nın önünde…

Yaz bitene kadar, bünyem el verdiği kadar, dondurmadan bıkana kadar…

Külahları değişelim mi?

🙂


Kısa, değil. Net, hiç değil.

Alevinin nereye kadar uzanacağını bilmeden, ilk kez çakacağım bir çakmak gibi tutuyordum elini elimde. Ya yakmayacaktın, ya yakacaktın kirpiklerime kadar. İşte öyle bir sıcağı sıcağına ihtimalle, derhal çakmağı ateşlemem gerektiğini düşündüm, çünkü daha fazla nefessiz kalamayacaktım. Günün ilk sigarasının ilk nefesini, gün bitmeden bir an önce nefeslemem gerekiyordu. Yoksa ölecektim, kendime yeminler olsun.

Başım ağrıyordu. Ve ben ilaç alıp yatışmak yerine buna, bana, ona sürekli küfrediyordum. Onsuz kalamayacaktım bundan sonra. Sürekli giymek istediğin çünkü en sevdiğin beyaz donundaki, sidik lekesi gibi belli etmişti artık kendini. Bir kaza geçirip de seni donuna kadar soymaları gerektiğinde arasını belli etmemek için baygınken ayılabilirdin, işte öylesine. Bazen öylesine utanırsın ya. Hala utanabiliyorsundur ama ona da sevinirsin, sevinirler de hatta.

..ve O!

Açken ağlaşırdık. Yerdik gülüşürdük. Tekrar acıkınca, tekrar ağlaşırdık. Kendi içimizde tekrarlara alışıktık. Ama böylesine aşka alışmamıştık.

Gebertmiyorsa, aşk değil o. Açlık. Gebertecekmiş gibi yapıp dilim dilim diriltiyorsa, aşk o. A.k..


Günlerden Bir Gün Günü

Daha o zamanlar liselimdim. Okuldan eve dönerken, memleketin meşhur neminden ve sıcağından yüzüm yapış yapış olmuştu. Neredeyse sağ yanağım sol yanağıma yapışacak gibiydi. Adana’ da yolda birileriyle karşılaşıp öptüğünüz zaman, mutlaka yanaklarınız birbirine yapışır. Belki sırf bu yüzden İstanbul’ da da insanlarla öpüşürken, yanaklarımı yanaklarına uzun süre bastırırım hep. Memleket hasretini giderme yollarından biri de budur benim için.

Neyse.

Eve gelmiştim nihayet. Kapının zilini çalıp evdeki birinin açmasını beklemeyi hiç sevmediğimden, anahtarı ustaca bir hamleyle deliğe tam sokacakken, içeriden çıldırmış bir kahkaha patlamıştı. Annem öyle çok gülen biri değildi. Oldu da güldü ya, işte o zaman bunu kahkaha yoluyla değil, ağzında küçük bir gül lokumu varmış gibi nazikçe bir tebessüm ile yapardı. Fakat bu kahkaha, ağzına bir porsiyon kebabı tıkmışçasınaydı. Demek ki evde başka birileri daha vardı.

Kapalı kapının kenarlarındaki boşluklardan yüzüme doğru efil efil esen pasta, sigara, ve parfüm karmaşası, festivale katılmak üzereymişim duygusu uyandırdı, sabahtan kalma aç bedenime. Katılımcıları muhtemelen tanıyordum. Muhtemelen onlar da beni, ben olmadan beri tanıyorlardı. Zaten bize öyle tanınmayan birileri pek davet edilmezdi.

Derken kapıyı açtım. İçerisi kadınlar hamamı gibiydi. Bir tek göbek taşımız eksikti. Yaprak sarması mı desem, kısır mı desem, onlarca kuru pastanın yanında bir de yaş pasta mı desem… Hangi birini yesem, hangi birini öpsem şaşırmıştım. Misafirler benden önce tüm bu şeylerden yemiş, belki biraz daha yemek üzereydiler bile. Toklara yakışan en göbekli halleriyle çaylarını, kahvelerini içiyorlardı. Bardakları ağızlarına götürürken, parlayan sedefli ojeleri göz bebeklerini daha da parlak gösteriyordu.

Herkese yalandan kibarca “Merhaba!” deyip, en uslu halimle öpüp, en arsız halimle bütün o şeyleri yemeye karar vermiştim. Bazen bu selamlaşma faslını en kısa sürede atlatabilmek bile, bende zafer duygusu uyandırıyordu. Tatlıyı elbette sona saklamayacaktım. Önce tatlıları, sonra tuzluları aradan çıkarıp, en sevdiğim kısırla büyük final gösterimi yapacaktım…

…Her şey yolunda gitmişti ve henüz çatlamamıştım.

Bugün, eve geldiğimde, annemin arkadaşlarıyla gününe gün katışına katılabilmek için, tüm yanaklarımın lise sivilcesi dolmasına bile razı olabilirim.


Toplu Taşıma Araçlarındaki Tutacaklarda Kendilerini Asan Sevgililerin Ölümsüzlüğü

Toplu taşıma araçlarında çeşitli pozisyonlarda yaşanan sevgi gösterilerinin ülke gündemimizde zirvelerde olmasının nedenlerinden biri sanıyorum herkesin aslında bu araçları bir yerden bir yere varmak üzere kullanırken bunları düşlüyor olmasından kaynaklanıyor. Bazılarının düşlerinin ötesinde eyleme geçmesinden ötürü bu araçlara zaman içinde seks otobüsü dediler, aşk gemisi dediler… dediler de dediler.

Derler tabii. Titreşimli bir tabandan gelen uyarımların zihinde başka ne tür hayallere ve bedende eylemlere sebep olmasını bekliyordunuz ki?! Zaten bununla ilgili olarak, çeşitli bilim adamlarının laboratuarlarına ve halkımızın ağzına layık araştırma sonuçlarına internette de rastlamak mümkündür. Link veremeyeceğim, çok edepsiz çünkü.

Dün, yakında gösteriye çıkacak olan Paldır Güldür isimli doğaçlama tiyatro ekibimizin çalışmalarına yetişebilmek üzere Şişli-Taksim Metro hattını kullandım. Yola çıkmadan evvel sosyal mecrada paylaştığım linkli haberin yansımalarından olduğunu düşündüğüm bir ana şahit oldum. Hatta çalışmalarımızda oynadığımız oyunlardan biri olan “ Sıkıysa Gerçekleri Söyleme” oyunu esnasında ekipten bir arkadaşımın “Aranızda açık alanda sevişmeyen oldu mu?” sorusuyla ne kadar alenen sevişmelere yönelimli olduğumuzu bir kez daha anladım.

Şahit olduğum ana gelirsek; tiplerine bakılırsa belli ki arafta kalmış yani liseyi bitirmiş üniversiteye de henüz girememiş bir çift birden öpüşmeye başladılar. Normaldi, ama normal olmayan bunu etraftakilere bakarak yapıyor olmalarıydı. Gösterişsiz bedenleriyle gösteriş yapmaya çalışan insanlarda hep zeka aramışımdır. Eylem dediğin sadece eylemden ibaret değildir, mesaj içermelidir. Sosyal mesaj vermenin böylesi bir yolunu ilk defa görüyordum çok da zeka aramaya gerek yoktu belki de. Ama gençler yine de alkışı hak ediyorlardı. Büsbütün yanaklarına alkış almayı göze almışlardı aşkı topluma yayabilmek için.

Yolcular şaşkındı, sinirden gülesiye yorumlar yapıyorlardı yer yer yükselen ve alçalan histerik sesleriyle. Ulu orta kavga eden, birbirini tokatlayan, yollarda birbirini saçından sürükleyen çiftlere göre daha kabul görebilirdi bu tazecik Çengelköy hıyarı kokulu ayaküstü sevişgenleri, o da ayrı.


Otel Odaları

Herkesin kalacağı yer aynıdır eğer bir seyahate çıkıyorsa şehir dışında. Önce plan, program yapılır. Yol için vasıta ayarlanır. Gerekliyse bilet alınır, değil ise benzin. Sonra rezervasyon yapılır bilinen ya da önerilen otele. İş için, tatil için, keyif için ya da kafa dağıtmak için çıkılır yola, varılır odalardan oluşan binaya.

Farklı beklentileri vardır kişilerin otellerden. Çarşafı temiz olsun, havuzu olsun, fitness yapmazsam bünyem şaşar, yemekleri güzel değilse 1 dakika bile durmam, manzarası olsun, şehir merkezine yakın olsun, ucuz olsun, prestijli olsun gibi bir sürü kriteri olan insanlara hizmet sunar bu binalar.

Gelince ilk iş valizlerini alan kişiyle yaşanan sosyalleşme sonrası kafada oluşan “lan 5 kağıt vardı, nereye koydum ben onu. Şimdi odaya çıkınca lazım olacak.” sorusu ile stres başlar. Sonra Recep’in yanına varırsın. Kendisi frankofon olduğundan, franchise verdiği bütün otel girişlerinde markasının adını Reception olarak yazdırmıştır. Aslında bildiğin Recep işte. “Hoşgeldiniz, rezervasyonunuz var mıydı?” sorusu ile artık içeri adım attığının resmen ilanı ile birlikte bir form doldurur, kimliği de teslim edersin. Odana doğru yola çıktığında ki bu yol iki şeritli gidiş-geliş asansörden oluşur, aklına yine o cebinde bulamadığın 5 kağıt gelir. Kart kapıya girer, elektrik yuvası ve klimanın nerede olduğu gösterilir, mini-bar tanıştırılır ve restaurantın kaçıncı katta olduğu söylenir. 5 kağıt umarım bulunmuştur. Ayıp olur yoksa. Her işin bir raconu var sonuçta. Valiz açılır, gömlekler asılır, tshirtler havalandırılır. Artık kaç gün kalınacaksa otelde, yaşanacaklarında startı verilmiş demektir. Tek başına kalıyorsan eğer farklıdır elbette yanında biriyle ya da sevgiliyle kalınan otel anıları. Televizyon ses olur boş odada, bilgisayar ise elin ayağın. Neyse kendi oda düzenin yerleşir, yaşarsın bir yatak ve dolabın etrafında. İş için oradaysan ve başkaları da varsa aynı yerde, iş sonrası yemek yiyelim organizasyonları ilaç olur, bazen de olmaz, baya bir dert olur. Odadan çıkar gezersin, yer, içer geri dönersin kendi yalnızlığına. Gurbette gibi telefona sarılırsın ki aslında öylesindir. Yarını düşünürsün, diğer günleri düşünürsün. Eğlenceli olabilmesi için önceden yaptığın ne plan varsa sorunsuz gerçekleşmesi için uğraşırsın. Bu kadar geldik, bari tadını çıkaralım dersin. “Olm geçen geldiğimizde bir bara gitmiştik, haydi gidelim.” en güzel programdır zaten. N’apıcaksın yoksa elin başka şehrinde. Neyi meşhursa illa ki onu yemeye gidersin, ya da tutar kolundan götürülürsün eğer seni misafir eden birileri varsa o yaban ellerde. Nasıl olsa sabah haydi kalk diyen olmayacak diye akşam yatmak bilmezsin. Boş boş televizyona bakarsın. Yatak geniş olsun diye recep ile pazarlık yapmadıysan pişman olursun. King size yatak denk geldiyse hangi tarafa başını, hangi tarafa kıçını koysam bilemez bir şekilde döner durursun içinde. “Bu pay tv’de neymiş?” diye içinden geçirirsin. 🙂 Mini barın üzerindeki menüden toblerone kaç para diye bakarsın ve yanına da bir kola açarsın. Telefonun şarjını hangi prize taksam daha efektif bir kullanım sahası yaratırım diye hesap yaparsın. Banyoda kullandığın havluları yere atman için yazılmış talimat gözüne çarpar ve aynı anda “sakın bunu evde denemeyin” uyarısı bir anda beyninde flash etkisi yapar. Anne, senin o havluyu yere attığını görse ıslatıp o havluyu şaplağı yapıştırmaz mı? Alışkanlık edinme yeri değildir otel, yan gelip yatma yeri hiç değildir. Dur! sonuncusu biraz çelişkili oldu sanırım. Yan gel yat, karışan mı var? Var mı? Yok. “Kasaya saatimle, kolyemi mi koysam acaba?” diye kendi kendine hava atar, “ulan şu sabunları giderken eve götürmeyi unutmayayım” diye not düşersin beynine. 1 hafta kalıyor olmak rahatlık verir adama. Yerleşir, genişlersin odada. Son gece toparlanmak gerektiği akşam yemeği keyfinde dank eder ve bir “hasstr” dersin. “La olm, nasıl kapanacak bu valiz? Her şey bir tarafta.” serzenişi çare değildir. Sabah uyanırsın, valizini alırsın, geriye döner son bir bakış atarsın. Olayı dramatize edip, filmin kahramanı efekti ile değil tabi. Odada bir şey unutmayayım diye. İnersin lobiye ve karşında yine Recep.

Yine beklerler seni. Öyle derler. Ama gelmezsen darılmazlar. Arayıpta “abi nerdesin ya?” diyenini henüz görmedim. Aynı yola baş koyarsın. Uçar ya da asfalt ağlatırsın. Dönersin, eve gelirsin. Valizden bir sürü kirli çıkar. Yediğin, içtiğin ve beraberinde gezdiğin her ne varsa konudur artık anlatılacak.

Akşam olur yatarsın.

Kendi yatağındasındır. Daha ötesi var mı?


Faili Meşhur

Aynı ağızdan iki emir,
Biri “vur” diğeri “dur”.
Teşkilatlanmış dinamittir
Vekil, komiser, memur.
Yüzlerde hain sırıtış
Ayaklar altında gurur.
Yirmili yaşlarda çığlık.
Devrilmiş Meydan’a umut.
Aynı ağızdan iki emirle
Biri “vur” diğeri “dur”.
Teşkilatlanmış dinamittir
Vekil, komiser, memur.
Tabutta dahi dimdik durur
Devrim yolunda kol kola,
Özgürlüğe yürüyen
Faili Meşhur.