Bir varmış iki varmış

Çok güzel masallar anlatabilirim çocuklarıma.

Odalarının ışığını biraz kısıp, kısık sesimle söylediklerime inandırabilirim onları.

Mesela birbirini hiç satmayan on arkadaşın hikayesinden bahsedebilirim. Birlikte ne kadar güzel zamanlar geçirdiklerinden…

Ya da dara düştüklerinde birbirlerinin yardımına koşan komşuları överim. Ne de olsa Mahallenin Muhtarları’nı izleyerek büyüdüm. Çaydanlık benim için yalnızca bir çaydanlık olmadı hiç…

İnsanların metrobüse binerken birbirlerine ne kadar saygılı davrandıklarını anlatır, onları örnek almaları gerektiğinin altını çizerim. “Baba Metrobüs ne??” diye sorduklarında da hemen lafı değiştirip, onlara toplu taşımanın önemini anlatırım…

Ama yapmayacağım! Çocuklarımı asla masallarla büyütmeyeceğim. Aksine dizlerine yatıp bana masal anlatmalarını isteyeceğim. Anlatın bana aklınızdan geçenleri diyeceğim onlara. Kimseden kazık yememiş, kimse tarafından itilip kakılmamış o temiz zihinlerinden hayatın ne olduğunu dinleyeceğim.

Kendi masalları olacak onların, hayal edecekler. Hayal ettiklerini sahiplenecekler. Başaramasalar da en azından kendi hayallerinin, kendi masallarının peşinden gidecekler.

Bana umut verecekler.


Kelimeler Ne Acayip Yaratıklar!..

Kelimeler ne acayip yaratıklar..

Yaratık diyorum.. Çünkü ne canlılar ne de ölü.. Aslına bakarsan çoğu, çoğu zaman kağıtta mürekkepten, ekranda birkaç yüz pikselden ibaret lekeler..

Yaratık diyorum çünkü kelimelerin milyonlarca ruhu var.. Bir kelimenin milyonlarca ruhu.. Hiçbiri yaşamayan.. Daha doğrusu ebedi uykuya yatmış milyonlarca ruh..

Uyanmayı bekliyor o ruhlar.. Ta ki biri onlarla göz göze gelene kadar..

Bir gariban onları okumayagörsün hemen canlanıyor o ruhlardan bir tanesi.. Diğerleri sessiz, diğerleri hala uykuda.. Tilki uykusu ama tetikte.. Başka bir kurban ağlarına düşer düşmez uyanmaya hazır..

Uyanan ruh sinsice yükseliyor ve göz bebeğinin içinden bünyeye sızıyor bir virüs sinsiliğiyle.. Çok güçlüyse bu ruh hemen insanın kalbine çörekleniyor.. Güçsüzse beyne.. Günün birinde unutulmak ve ölmek üzere..

Yalnız ölene kadar bambaşka formlara dönüşüyor bu ruh..

Beyinde düşünceye dönüşüyor.. Gözde hayale.. Ağızda sese, konuşmaya..

Kalpteki ruhsa tekrar kelimeye hapsoluyor.. Tabii çöreklendiği kalbi yeterince çürüttükten sonra.. Çürüyen kalp içindeki zehirden kurtulmak için yazıyor, kalple işi çoktan bitmiş olan ruh böylece bambaşka bir kelimeye hapsoluyor..

O kelimede yine bölünüyor, çoğalıyor milyonlarca ruh oluyor..

Ve o ruhlar tekrar ebedi uykuya dalıyor, bir başka garibanı ağlarına düşürene kadar..

………………………

Kelimeler ne acayip yaratıklar..

Yaratık diyorum.. Çünkü ne canlılar ne de ölü..


Türk Kahvesiydi Tek Umudu

İyiydi hoştu bazen de çok boktu, ama olsundu. Bu O’ ydu. Umutluydu. Ölümsüzlük takıntısı, zaman zaman yaşadığı başarısızlıklardan sonra oluşmuştu. Ölümsüz olmalıydı çünkü bir şey başarmış olmak için çok fazla zamana ihtiyaç duyuyordu. Bunu nasıl başaracağını düşünüp durdu. Bazen bulacak gibi oldu, fakat bulamadan son buldu.

Bir gün koşuyordu. Bu, her gün koştuğu yoldu. O yolda, daha önce fark etmediği kafenin kapısında bir ilan olduğunu gördü, önünde aniden durdu. Üstünde “Yoğun istek üzerine Türk kahvesinin kırk yıllık hatırı gelmiştir” yazan bir ilandı bu. Türk kahvesinin hatırı olduğunu o da duymuştu, belki bu doğruydu. Kafenin kapısında bir iki dakika bekledikten sonra tekrar koşmaya koyuldu. Eve vardığında, bunun aslında ne kadar da saçma olduğunu düşündü durdu.

O gece O’ na uyku yoktu. Önce soyundu, tek istediği sıcak bir duştu. Sonra giyindi, tek istediği biraz uykuydu. Sevgilisinin koynunda olmak yerine, bir iki koyun saydıktan sonra uykuyla buluştu. Sabah gözünü açtığında ilk kokladığı şey, aslında hiç sevmediği ve bu yüzden daha önce hiç içmediği Türk kahvesi olmuştu. Ölümsüz olabilmek için her yolu denemeyi kafasına koymuştu.

 Aylardır yüzünü görmediği komşusunun kapısına 2 defa vurdu. Açan yoktu. Bir kez daha vurdu. Bu sefer kapı açıldı ve karşısındaki üniversiteden yeni mezun olmuş olan komşusuydu. Önce meraksız gözlerle bir hal hatır sordu, sonra meraklı gözlerle evde Türk kahvesinin olup olmadığını sordu. “Var, hem de tiramisu da var” dedi komşusu. O’ nun en sevdiği tatlı tiramisuydu ve bunu bilen bir tek komşusuydu.

Bakır cezveye iki kaşık kahve ve iki fincan su koydu komşusu, ve ikisi de kahvenin pişmesini beklemeye koyuldu. Bu iki kızda da iş güç yoktu, ama sorsan bu hallerinden ikisi de çok memnundu. Ve nihayet bu, pişen kahvenin kokusuydu.

Kahveler içildikten, tiramisular yendikten sonra, O da artık kırk yıllık hatır sahibi olmuştu. İçilen kırk yılların hatırına, belki bir gün O da birileri için ölümsüz olurdu.


işte böyle hayatım

insanın çocukluk kahramanı ölünce içindeki çocuk da ölür birazcık.
ama birazcık,
önceleri…au revoir

yani,
her şey karışır ya havaya suya,
sonra vurunca yüzüne rüzgarla
sarabilirsin en başa.

umarım öyledir,
inanmak isterim böylesine.
düşerim sokaklara
o rüzgarın peşine.

işte böyle hayatım.

artık daha sık görüşürüz belki,
sen de müsait olursan tabii.
emrivaki olmasın
kafana eserse.


Yanında yatabilir miyim?

İşaret parmağımı küçük bir orgun üzerinde gezdirerek bana Samanyolu’nu öğreten kadın, annem. En çok mutlu olandı ben mutlu olduğumda. Kokusunu ararım 1. derece akrabalarında. Hep var olacağını sanmamın rehavetiyle hep yanında olmadığım, artık yanında olamadığım, annem.

Şimdi iki gözüme iki ayrı silüeti düşüyor. Sol gözümde gıdıklamak için beni kovalayan kocaman dev kadın, sağ gözümde kımıldamadan yatan annem. Son gecesinde ona şarkılar dinlettiğim, konuşması için dua ettiğim, açamadığı gözlerinden akan yaşını sildiğim.

Kucağına bir torun bırakıp benim bebekliğime benzettiremediğim, pamuklar içinde yanıbaşımda oturtamadığım, öpüp koklayamadığım için acıyor içim.

Annelik yapmayı, hayallerine tercih etmiş. Duyduklarına, gördüklerine sabretmiş. Her sabah uyandırıp okula gönderen, “hastayım ben galiba ya” dediğimde kıyamayan, ateşim düşsün diye battaniyelere boğan annem.

Anlatmaya çalışıyor, anlamıyorum. Yürümeye çalışıyor, yürütemiyorum. Yaşamaya çalışıyor, yaşatamıyorum. Toprağa sürüyorum elimi. Elimi yüzüme sürüyorum sonra. Yüzümü dayıyorum göğsüne. Söz veriyorum sana. Bu sefer tutacağım sözü veriyorum sana:

“Gerçekleşmeden hayallerim gelmeyeceğim yanına.”

“Erken batınca güneş

Karanlık sancılı doğar.

Uzanınca toprağa

Gülsuyu annem kokar “